Misafir
Misafir
|
Konu: Yaratılış Mucizelerinden: Kandaki Proteinler 04.08.08 10:35 |
|
|
Dr. Ömer Cenker ILICALI
İnsan vücudu herşeyiyle eksiksiz ve kusursuz olarak dizayn edilmiş, her noktasında büyük bir ilmin ve aklın gizli olduğu muhteşem bir sistemdir. Bu karmaşık ve herşeyiyle tam olarak yaratılmış olan sistemde bazen tek bir unsurun eksik olması bile büyük sıkıntılara ve arızalara sebep olabilir.
Yaratılış mucizelerinden biri olan kan ve dolaşım sistemi, eksikliğinde hayatın kesinlikle var olamayacağı, inanılmaz detay ve ilimle donatılmış bir sistemdir. Çünkü bütün doku ve organlar arasındaki madde alışverişinin düzenlenmesi bu sistemle yürütülür.
Vücudun ihtiyacı olan herşey gereken yerlere kan aracılığı ile taşınır. Nedir bu taşınması gereken maddeler? Sindirilerek kana karışmış besinler, oksijen molekülleri, pıhtılaşmayı sağlayacak maddeler, vücuda saldırı olduğunda korunmayı sağlayacak hücreler, böbreğe, akciğere, karaciğere ***ürdüğü hücrelerin atık maddeleri, ihtiyacı olan organlara ulaştırdığı hormonlar...
Meselâ; kendinizi hasta hissettiğinizde birdenbire ateşiniz yükselir ve halsizleşirsiniz, mecburî olarak dinlenirsiniz; işte bu sırada kanınızdaki hücreler sizin için mikroplarla savaşmaya başlamıştır ve aradan bir süre geçtikten sonra da iyileşmeye başlarsınız. Bir işle uğraşırken enerji ihtiyacınız arttığında hiç zorluk çekmeden istediklerinizi yapmaya devam edebilirsiniz, çünkü kanınızdaki başka hücreler size enerji takviyesi yapacak maddeleri taşımayı hızlandırmışlardır bile. İşte bütün bunları ve vücudumuzdaki pek çok hayatî vazifeyi yerine getirmek üzere vazifelendirilen, kanımızdaki hücrelerdir.
Kanda bulunan her proteinin kendine ait bir görevi vardır ve hepsi de vücut için hayatî önem taşımaktadır. Bu proteinlerin tamamına yakını birbirine bağlı hareket eden moleküllerdir ve biri olmazsa diğeri işe yaramaz. Dolayısıyla evrimcilerin iddia ettiği gibi. oluşmak için birbirlerini beklemeleri, zaman i-çinde yavaş yavaş tamamlanmaları gibi bir şey söz konusu değildir. Bütün proteinlerin aynı anda var olmuş olmaları gerekir. Bu da yaratıldıklarının çok açık bir delilidir. Sadece kanın pıhtılaşması için altı ayrı protein gereklidir ve bu proteinlerden tek bir tanesinin olmaması pıhtılaşmanın oluşmaması, yani yaralının bir süre sonra kan kaybından ölmesi demektir.
Bundan başka kanın dahil olduğu dolaşım sisteminin elemanları da tamamen birbirine bağlı çalışan yapılardır. Kanın vücut içinde yol almasını sağlayan damarların toplam uzunluğunun yaklaşık olarak 120.000 km olduğunu ve bu kadar geniş bir alanda kanın her yere aynı hizmeti verebildiğini düşünürsek dolaşım sisteminin mükemmelliği daha iyi anlaşılacaktır. 120.000 km'lik bir yol ve hiç aksamadan çalışan bir sistem...
Peki, bu sistemde kanın yardımcıları kimlerdir?
Bu uzun yolculuğunda kana, damarlar ve kalp yardımcı olur. Bu üçlü her zaman bir arada olmak zorundadır. Çünkü:
* Ne kan, kalpsiz pompalanabilir,
* Ne kalp, kansız çalışabilir
* Ne de damarlar, kan akmadan kasılabilir.
Bırakın bu üçlüden birinin tamamen olmamasını, bunlardan sadece birinin bile fonksiyonlarını kısa bir süre aksatması veya problemli çalışması bile vücuda sonuçları çok ağır zararlar verecektir. Herhangi bir hayvanın kalbinin veya damar sisteminin tesadüfen veya kendi kendine oluşmasını bekleyerek hayatını sürdürmesinin niçin mümkün olamayacağı zaten açıktır.
Kanın sıvı kısmı olan plazma ile beraber hareket e-derek vücudun her tarafına dağılan ve her saniye aksatmadan görevlerini yapan bu hücreler nelerdir?
Alyuvarlar, kırmızı kan hücreleridir. En birinci görevleri vücuttaki diğer hücrelere oksijen taşımak ve o hücrelerde ortaya çıkan karbondioksiti dışarı atılmak üzere bağlamaktır.
Akyuvarlar, beyaz kan hücreleri olup, vücudu yabancı organizmalara veya onların salgıladığı zehirlere karşı savunurlar. Akyuvarların bir çok çeşitlerinden biri cilan lenfositler de düşmanın cinsine göre, özel savunma stratejileri sergileyen hücrelerdir.
Trombositler ise; sahip olduğumuz kanın, yaralanmalarla akıp kaybolmaması için pıhtılaştırılarak yırtık damarı tıkama faaliyetini yürüten hücrelerdir.
Alyuvarlar
Embriyonun gelişimi sırasında karaciğer ve dalak gibi çeşitli organlar tarafından üretilir. Fakat doğumdan sonra sadece kırmızı kemik iliğinde üretilirler. Alyuvar ortası çökük, yassı bir diske benzer. Sahip olduğu esnekliği sayesinde de en dar kılcaldamarlardan ya da en küçük aralıklardan bile kolaylıkla geçebilir. Alyuvarların esneklik özellikleri olmasaydı, bazı çok dar kılcal damarları tıkayabilirlerdi. Çünkü alyuvarların yarıçapları, kılcal damarlara göre oldukça büyük olup (kılcaldamarlar insan saçından on kat daha incedirler) neredeyse yarıçaplarının hemen hemen iki katı kadardır.
Tek bir tanesi neredeyse 300 milyon hemoglobin molekülü taşır. Hemoglobin, kana rengini veren ve içinde demir bulunan proteindir. Oksijen ve karbondioksit taşımada iş gören asıl harika molekül budur.
Çok çalışan ve oksijene acil ihtiyacı olan bir kasın yanından geçerken, alyuvarlar oksijeni bırakma işlemini yaparlar. Bu kan hücreleri oksijeni verirken hücrelerde çeşitli yanma reaksiyonlarından sonra açığa çıkan karbondioksiti alır, daha sonra onu akciğere taşır, orada bırakır ve yeniden oksijene bağlarlar.
Alyuvarların çok hızlı üretilmeleri gerekir çünkü çok uzun ömürlü değildirler. Bu yüzden insan vücudunda bir saatte ortalama 900 milyon alyuvar üretilir. Her alyuvar sadece 120 gün kadar yaşar. Bu kadar süratli ölen ve yenileri meydana gelen alyuvarların vücutta olumsuz bir tesir yapabileceği akla gelebilir. Oysa insan vücudundaki kusursuz plân burada da kendini göstermektedir. Yaşlı alyuvarlar karaciğere, dalağa ve kemik iliğine giderler ve orada ölürler. Biraz önce alyuvarların hemoglobin depoları olduğundan bahsetmiştik. Ölen alyuvarlarda bulunan hemoglobinin yapısındaki demir, yeni hemoglobin moleküllerinin sentezinde kullanılmak üzere depolanır. Bir milimetreküp kanda beş milyon kadar alyuvar bulunduğu hâlde, hiçbiri diğerine yapışmaz ve sürtünmez, zira hepsinin zarlarının dış yüzeyi negatif (-) elektrik yüklü olduğundan birbirlerini iterler. Burada anlatılanların her biri tek tek düşünüldüğünde, tesadüfe kesinlikle yer bırakmayacak bir plân ve tasarım olduğunu görmemek mümkün değildir. Tesadüfen gelişen hiçbir sistemde, bu kadar detay kesinlikle yer alamaz.
Akyuvarlar
Vücudun en zorlu görevlerinden biri olan savunma işlemini yapan beyaz kan hücrelerinin vücudun diğer hücrelerinden farklı özellikleri vardır. Genel olarak akyuvarlar sadece birkaç gün yaşarlar; bu hayat süreleri bir enfeksiyon sırasında birkaç saate kadar da inebilir. Hayat sürelerinin kısalığı zannedildiği gibi vücut için bir dezavantaj değil, aksine savunmadaki sağlamlık için mutlaka gerekli olan bir detaydır. Bu çabuk yenilenme sayesinde savunma yaptığı için yıpranmış akyuvarların yerine, sağlıklı, savunma kabiliyeti yüksek yeni akyuvarlar üretilmiş olur.
Akyuvarların kullandığı savunma sistemi akılları durduracak derecede mükemmeldir. Meselâ; derideki bir kesikten içeri girmeyi başaran herhangi bir bakteri, vücut hücrelerine karşı saldırıya geçer geçmez, vücudumuz savunma pozisyonu alır. Bakteri, saldırısına uğramış bölgeye hemen ilk savunma hücreleri gönderilir.
Eğer vücuda giren yabancı virüs veya bakteri bilinenden farklı ve kolay başa çıkılamayacak kadar güçlüyse, hemen farklı bir savunmaya geçilir ve düşmanların cinsine uygun silahları, yani antikorları üretmeye başlar. Bu antikorlardan bazıları akyuvarlara bağlı olarak kanda gezerken, bazıları da serbest olarak yüzerler, hepsinin tek bir ortak gayesi vardır: zararlı maddeleri ortadan kaldırmak.
Hiçbir şuura veya akla sahip olmayan hücreler, vücuda giren yabancı bir hücreyi hiç tanımadıkları hâlde hemen ona uygun başka bir hücre üretebilmekte ve bu hücre oluşur oluşmaz, vücudun ilgili yerine gitmektedir. Hedefe kilitlenmiş birer füzeye benzetebileceğimiz antikorlar, vücuda yabancı olan her türlü maddeyi yani "antijenleri" hedefler, bulur ve yok ederler. Antikorlar diğer savunma elemanlarına göre daha güçlü bir tesire sahiptirler çünkü sadece belli bir bakteri, virüs ya da herhangi bir yabancı madde için özel olarak üretilmişlerdir. Bu bakımdan antikor-antijen münasebeti anahtar-kilit ilişkisine benzer; antikor gider kendisine uygun yapıdaki antijene yapışır. Aralarında başlayan savaşta antikorlar antijenleri yok ederler ve genellikle de savaşı kazanırlar.
Antikorların sanki şuurluymuş gibi yaptıkları bu hareketler sayesinde, etrafımızı saran milyarlarca mikrop arasında rahatça yaşarız. Eğer bakteriler normal olarak vücut içinde yaşayan organizmalar olsalardı, "aynı ortamda oldukları için antikorların bakterileri bir süre sonra tanıdığı ve bu sayede karşı savunma yapabildikleri" şeklindeki evrimci iddia söylenebilirdi. Halbuki bu durum gerçekle örtüşmemektedir. Antijenler tamamen dış ortama ait olan ve vücudun yapılarını tanımasına hiçbir şekilde imkân olmayan maddelerdir. Antijenler vücuda girer girmez savunma hücreleri bunları bulur ve yok e-derler. Bu nasıl olmaktadır? Bir hücrenin kendi kendine başka bir hücre türünü nasıl yok edeceğini bulması, savunma taktikleri geliştirmesi mümkün müdür? Kendi bulunduğu ortamdan tamamen farklı bir ortamın elemanı olan ve daha önce hiç görmediği, bırakın yapısını; ne olduğunu, ne işe yaradığını dahi bilmediği, zarar verir mi vermez mi bunu bilmesinin bile imkânının olmadığı bir düşmana karşı, savunma yapacak şekilde taktik ge-liştirebilen bu hücrelerin, üzerinde onları bilen bir ilmin ve hükmeden bir iradenin varlığı çok açıktır.
Hem hücredeki bu mükemmel plânın, hem de hücrenin bu plâna harfiyen uymasının, kısacası hücrenin şuurlu hareketlerinin açıklaması ise tabiî ki tesadüfler sonucunda oluşan bir gelişim değildir. Ortada mükemmel bir plân vardır ve bu plân da bizi tek bir Yaratıcı'nın varlığına ***ürür. Canlılığın tesadüfler sonucunda, hiçbir bilinçli müdahale olmadan oluştuğunu iddia eden bir kısım evrimciler, hücreyle ilgili her konuda sayısız itiraflarda bulunmuşlardır. Antikorlar da, evrimcileri çıkmaza sokan binlerce konudan sadece biridir. Nitekim Türkiye'deki evrimci profesörlerden birisi antikorla ilgili evrimcilerin çaresizliğini şöyle dile getirmektedir:
"Plazma hücreleri (antikor üreten akyuvarların bir türü) bu bilgiyi nasıl ve hangi formda elde ederek, ona göre özgül şekillenmiş antikoru üretebilmektedir? Bugüne kadar bu sorunun kesin bir açıklaması yapılamamıştır..."
Görüldüğü gibi antikorlar tabiatta ortaya çıkan çok sayıda birbirinden farklı antijeni tanıyıp onları tamamen yok edecek şekilde bir taktik izleyebilirler. Fakat bundan daha enteresan olanı, lâboratuarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen sunî antijenleri bile tanıyan antikorların bulunmasıdır. Vücudun içindeki bir mekânizmanın dış dünya hakkında bu denli şaşırtıcı netlikte bilgilere sahip olması, bu konuya evrim teorisinin iddialarıyla açıklama getirmeye çalışan bilim adamlarını içinden çıkılamaz bir sıkıntıya sokmaktadır.
Nitekim yine aynı evrimci profesör, antikorların sunî antijenleri tanımaları ile ilgili olarak şöyle demiştir:
"Fakat yirminci yüzyılda yapay olarak senîezlenen bir kimsayal maddeye karşı antikor yapma düzeneğini çok daha Önceden geliştiren bir hücre kâhin demektir!"
Allah'ın varlığını her ne pahasına olursa olsun kabul etmemeye şartlanmış olan evrimciler, bu ideolojileri uğruna hücreleri kâhin olarak kabul etmeyi dahi göze alabilmektedirler. Ancak inkâr edenlerin, hangi delili görürlerse görsünler Allah'a inanmayacakları Kur'ân'da bildirilmektedir:
"Onların üzerlerine gök yüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: 'Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir.' (Hicr, 14-15)
Pıhtılaşma
Kan diğer sıvılara göre çok farklı bir davranış şekline sahiptir. Herhangi bir sıvı ile dolu bir kap sızıntı yaptığında bu sıvı dışarı doğru akacaktır. Akış hızı ise sıvının yoğunluğuna bağlıdır. Meselâ bal sudan daha ağır akacaktır; fakat neticede kap tamamen boşalacaktır. Bu kap özel bir dolgu malzemesi ile sıvanmadığı takdirde, içindeki sıvıyı tutamayacaktır. Fakat bunun aksine insanın vücudundaki bir yeri kesildiğinde ve bir süre yara kanadığında, bir pıhtı bu kanı durduracaktır dahası bu pıhtı zamanla sertleşerek yaranın iyileşmesini sağlayacaktır. Bir yerimiz kanadığında, kanın hemen durmasına ve pıhtılaşmasına çok alışmışızdır. Ancak biyokimyevî araştırmalar, aslında kanın pıhtılaşmasının birçok özel proteinin ortak ve çok karmaşık bir çalışması ile ortaya çıktığını göstermiştir. Bu karmaşık ve çok fazla detayı olan faaliyet, en basit şekliyle şöyle anlatılabilir:
Fibrinojen, kanda pıhtıyı oluşturan temel maddenin henüz olgunlaşmamış hâlidir ve plazma içinde erimiş hâlde bulunur. Bir kesik ve yara ile karşılaşana kadar da damarlar içinde yüzer. Fibrinojenin pıhtılaşma olayında rol oynayabilmesi için aktif hâle gelmesi gerekmektedir. Bunun için de trombin adındaki bir başka protein, pasif ve erimiş olarak gezen fibrinojeni (moleküllerini fibrin hâline getirir), aktifleştirir. Dış yüzeyinde yapışkan parçalara sahip olan fibrin molekülü, bu yapışkan parçalar sayesinde diğer fibrin moleküllerine bağlanabilir. Fibrin molekülleri bu şekilde uzun zincirler oluşturur ve âdeta bir balık ağı gibi birbirlerinin üzerlerinden geçerler. Sonra bu ağla yaranın üzerindeki ilk pıhtıyı oluştururlar. İlk pıhtı için mümkün olduğunca az miktarda protein kullanılmaktadır. Bunun sebebi daha sonraki safhalarda çok sayıda proteine ihtiyaç duyulacak olmasıdır.
Pıhtılaşmayı hızlandıran veya engelleyen 40'tan fazla madde kanımız içinde bulunur. Pıhtılaşmayı başlatıcı ve yürütücü reaksiyonlar zincirindeki birçok madde, Faktör I, II, III, v.s. şeklinde rakamlarla ifade edilir. Bu rakamlar aktifleşme sırasına göre verilmiştir. Bütün bu proteinler kendilerinden bir sonraki proteini işler hâle getirmeye yararlar. Biri olmadan diğeri hiçbir olumlu tesir oluşturamaz.
Dolayısıyla evrimcilerin iddia ettiği gibi zaman içinde ve kademe kademe bir oluşum söz konusu olamaz. Zira bu iddiaya göre, bir protein önce oluşup sonra diğerlerinin tesadüfen oluşacağını, bilmeli ve beklemelidir. Hem de aynı yerde, milyonlarca sene boyunca hepsinin oluşup sonra birleşmeleri gerekecektir. Böyle bir iddia son derece akıl dışı ve tamamen hayal gücüne dayalıdır.
Kaldı ki, iş proteinlerin oluşması ile de bitmez. Bu proteinler, hayatlarının her anında son derece şuurlu, plânlı, disiplinli ve görev bilinci ile hareket ederler. Herhangi bir kontrolsüzlük olsa ve kandaki proteinler kendi kendilerine aktif hâle geçseler, damarlarda tıkanma tehlikesinin ortaya çıkması söz konusu olabilecektir. Yine bir kontrolsüzlük olsa proteinler yaranın yanından geçecekler ama aktif hâlde olmadıkları için pıhtılaşmayı başlatamayacaklardır.
Kan akışının durması için sadece pıhtılaşmanın başlaması yeterli değildir. Ayrıca pıhtılaşmanın bütün kana yayılmaması ve sadece yaralı bölgeyi içine alması, yara iyileşince de pıhtının ortadan kalkması, gibi çok önemli detaylar da vardır. |
|
HunteR_KonT
Yaş : 30
Kayıt tarihi : 05/08/08
Mesaj Sayısı : 859
Paylaşımlar: (1000/1000) Mutluluk: (1000/1000)
|
Konu: Geri: Yaratılış Mucizelerinden: Kandaki Proteinler 05.08.08 19:48 |
|
|
saol emeğe sonuna kadar destekliyom |
|
Vural
Yaş : 29
Kayıt tarihi : 03/08/08
Mesaj Sayısı : 1241
Paylaşımlar: (1000/1000) Mutluluk: (1000/1000)
|
Konu: Geri: Yaratılış Mucizelerinden: Kandaki Proteinler 06.08.08 19:43 |
|
|
teşekkerler arkadaşım |
|
mustafa
Yaş : 29
Kayıt tarihi : 04/08/08
Mesaj Sayısı : 58
Paylaşımlar: (1/1) Mutluluk: (999/999)
|
Konu: Geri: Yaratılış Mucizelerinden: Kandaki Proteinler 08.08.08 18:50 |
|
|
taşekkürler |
|
kaka
Yaş : 33
Kayıt tarihi : 13/08/08
Mesaj Sayısı : 87
Paylaşımlar: (1/1) Mutluluk: (999/999)
|
Konu: Geri: Yaratılış Mucizelerinden: Kandaki Proteinler 14.08.08 11:25 |
|
|
tesekkurler |
|
Fatih
Yaş : 29
Kayıt tarihi : 09/09/08
Mesaj Sayısı : 329
Paylaşımlar: (1/1) Mutluluk: (999/999)
|
Konu: Geri: Yaratılış Mucizelerinden: Kandaki Proteinler 10.09.08 16:40 |
|
|
teşekkür ederim..... |
|